Sayfalar
BB
Breaking Bad yayınlanmaya başladığında üniversitedeydim. Aynı yıl sanıyorum ki ABD’de senaristlerin grevi de devam ediyordu, yani dizi açısından kıt bir seneydi. Dizi birden popüler oldu ama genellikle bu tür aşırı popüler yapımlara karşı bir antipati oluşuyor bende ister istemez. O yüzden daha önce Lost’ta yaptığım gibi bu diziyi de final yapıncaya kadar hiç izlemedim.
Spoiler’lardan kaçma konusunda da oldukça iyi olduğumdan neredeyse sıfır spoiler ile geçtiğimiz günlerde diziye başladım. Başlamadan önce tek bildiğim, kanser olduğunu öğrenen bir kimya öğretmenin meth yapmaya başlaması idi. Diziye başladım ve 15 günde bitirdim, özellikle dördüncü sezonla birlikte izleme frekansım da oldukça yükseldi.
Bundan sonrasında bol spoiler olabilir, uyarmadı demeyin sonra :)
Gerek oyunculuk, gerek kurgu, gerekse hikâye açısından, sitcomları saymazsak, açık ara izlediğim en iyi dizidir Breaking Bad. Karakterlerin yıllar içindeki evrimini, geçtikleri süreçleri çok net bir şekilde görebiliyoruz, ama bunu yaparken de o kadar güzel bir şekilde anlatılıyor ki, işte tam da bu yüzden en iyi dizi budur diyebiliyorum. Ben filmlerde ve dizilerde mantık kurgusu doğru kurulduktan sonra herşeyin mümkün ve mantıklı olabileceğini düşünüyorum. Mesela, kendi ölümüne gidecek kadar gözünü karartmış bir adam için filmde buna uygun bir kurgu olması gerekmektedir. Adamı bu duruma sürükleyen faktörler, hisler, somut ya da soyut herşey görülmelidir. The Life of David Gale filminde olduğu gibi. Tabi bunu anlatabilme yeteneği, yönetmenin ve biraz da oyuncuların elinde ama iyi sinema bu şekilde yapılıyor. Walter’ın ve Jesse’nin dizi boyunca geçirdiği evrimi izledik, kimimiz ikna olduk, kimimiz salak la bunlar dedik. Walter’a diyenini pek görmedim de Jesse için olumsuz çok yorum mevcut. Ama bir bakmak lazım, Walter dizi başladığında nasıl bir insandı, değerleri nelerdi, sınırlarını nerelerde çizdi ve esnetti. Sonra da Jesse’ye bakmak lazım, onu da iyi incelemek lazım. Mental olarak çöküşe nasıl ilerlediğini biraz düşünmek lazım. Her ikisinin de yaşadığı süreç, sosyal doğruluk ve yanlışlar üzerinden düşünüldüğüne Shakespeare’in bir romanında da karşımıza çıkabilirdi. Romanlarda gördüğümüz, son zamanlarda Life of Pi’de gördüğümüz sembolik anlatım Breaking Bad’de biraz daha somut olarak anlatılmış. Zira bunun için dizinin yeteri kadar geniş bir vakti olması da filmlere göre önemli bir avantaj.
İzlediğim birçok dizide birçok hayal kırıklıkları olmuştur. Tek tek yazıp bin türlü spoiler vermek istemiyorum ama Lost herhalde bunların en başında gelir. Breaking Bad’de bu tür hayal kırıklıkların tam tersi mevcut. Her sezonda 2-3 tane vakit doldurmak için çekilmiş bölümler mevcut olsa da her bölüm belirli bir özenle çekilmiş. Walter’ın zekası o kadar iyi işlenmiş ki, o kadar doğal görünüyor ki, adam hem çok zeki hem de çok saf durabiliyor. Son sezon ikinci 8 bölümlük kısımda Schrader’ın Walter’ın Heisenberg olduğunu öğrenmesiyle başlayan bölümler gerçekten muhteşemdi. Ozymandias, tüm televizyon tarihinin bence en iyi bölümüdür.
Son söz, henüz diziyi izlemediyseniz size imreniyorum.
Wednesday, November 12, 2014
Wednesday, March 5, 2014
Breaking Bad
Breaking Bad yayınlanmaya başladığında üniversitedeydim. Aynı yıl sanıyorum ki ABD’de senaristlerin grevi de devam ediyordu, yani dizi açısından kıt bir seneydi. Dizi birden popüler oldu ama genellikle bu tür aşırı popüler yapımlara karşı bir antipati oluşuyor bende ister istemez. O yüzden daha önce Lost’ta yaptığım gibi bu diziyi de final yapıncaya kadar hiç izlemedim.
Spoiler’lardan kaçma konusunda da oldukça iyi olduğumdan neredeyse sıfır spoiler ile geçtiğimiz günlerde diziye başladım. Başlamadan önce tek bildiğim, kanser olduğunu öğrenen bir kimya öğretmenin meth yapmaya başlaması idi. Diziye başladım ve 15 günde bitirdim, özellikle dördüncü sezonla birlikte izleme frekansım da oldukça yükseldi.
Bundan sonrasında bol spoiler olabilir, uyarmadı demeyin sonra :)
Gerek oyunculuk, gerek kurgu, gerekse hikâye açısından, sitcomları saymazsak, açık ara izlediğim en iyi dizidir Breaking Bad. Karakterlerin yıllar içindeki evrimini, geçtikleri süreçleri çok net bir şekilde görebiliyoruz, ama bunu yaparken de o kadar güzel bir şekilde anlatılıyor ki, işte tam da bu yüzden en iyi dizi budur diyebiliyorum. Ben filmlerde ve dizilerde mantık kurgusu doğru kurulduktan sonra herşeyin mümkün ve mantıklı olabileceğini düşünüyorum. Mesela, kendi ölümüne gidecek kadar gözünü karartmış bir adam için filmde buna uygun bir kurgu olması gerekmektedir. Adamı bu duruma sürükleyen faktörler, hisler, somut ya da soyut herşey görülmelidir. The Life of David Gale filminde olduğu gibi. Tabi bunu anlatabilme yeteneği, yönetmenin ve biraz da oyuncuların elinde ama iyi sinema bu şekilde yapılıyor. Walter’ın ve Jesse’nin dizi boyunca geçirdiği evrimi izledik, kimimiz ikna olduk, kimimiz salak la bunlar dedik. Walter’a diyenini pek görmedim de Jesse için olumsuz çok yorum mevcut. Ama bir bakmak lazım, Walter dizi başladığında nasıl bir insandı, değerleri nelerdi, sınırlarını nerelerde çizdi ve esnetti. Sonra da Jesse’ye bakmak lazım, onu da iyi incelemek lazım. Mental olarak çöküşe nasıl ilerlediğini biraz düşünmek lazım. Her ikisinin de yaşadığı süreç, sosyal doğruluk ve yanlışlar üzerinden düşünüldüğüne Shakespeare’in bir romanında da karşımıza çıkabilirdi. Romanlarda gördüğümüz, son zamanlarda Life of Pi’de gördüğümüz sembolik anlatım Breaking Bad’de biraz daha somut olarak anlatılmış. Zira bunun için dizinin yeteri kadar geniş bir vakti olması da filmlere göre önemli bir avantaj.
İzlediğim birçok dizide birçok hayal kırıklıkları olmuştur. Tek tek yazıp bin türlü spoiler vermek istemiyorum ama Lost herhalde bunların en başında gelir. Breaking Bad’de bu tür hayal kırıklıkların tam tersi mevcut. Her sezonda 2-3 tane vakit doldurmak için çekilmiş bölümler mevcut olsa da her bölüm belirli bir özenle çekilmiş. Walter’ın zekası o kadar iyi işlenmiş ki, o kadar doğal görünüyor ki, adam hem çok zeki hem de çok saf durabiliyor. Son sezon ikinci 8 bölümlük kısımda Schrader’ın Walter’ın Heisenberg olduğunu öğrenmesiyle başlayan bölümler gerçekten muhteşemdi. Ozymandias, tüm televizyon tarihinin bence en iyi bölümüdür.
Son söz, henüz diziyi izlemediyseniz size imreniyorum.
Monday, March 3, 2014
Snatch
Türkiye'deki adı kapışma olan bu filmi Guy Ritchie yazıp yönetmiş.Hoş bu filmi hala izlemeyen var mı bilmiyorum.:) Yine de izlemeyenler için yorumlamak istedim. Sevdiğim filmlere bakıyorum genelinde bu adam var ya, sanırım tarzı hoşuma gidiyor. :) Başrollerde Jason Statham (Turkish) ve Brad Pitt (Mickey) ikilisini görüyoruz. Piskopat karakterde ise Vinnie Jones (Tony).
Annesi ve babası bir uçakta tanıştığı için kaza yapan uçağın adını alan Turkish, arkadaşı Tommy ile acemi bir boks maçı organizatörüdür. Çok parası olmadığından düşmanlarını öldürtüp domuzlara yediren Tuğla Kafayı başlarına bela almışlardır şike meselesi yüzünden.İkili aynı zamanda bir karavana ihtiyaç duymaktadır ve bunun için çingenelerden Mickey ile görüşmeye Tommy ve boksör gider. Orada çıkan bir karışıklık sonucu Mickey boksörü tek vuruşta nakavt eder ve dövüşe çıkacak tek boksör odur. Başka çare bulamayınca Mickey'i ikna etmeye çalışır ikili. Aslında filmin konusu anlatılacak kadar basit değil olay içinde olay var.
Fakat tüm bu karışıklıklar sizi eğlendiriyor. Bir tarafta boks muhabbeti dönerken, diğer tarafta elmas muhabbeti var. Kimin eli kimin cebinde filmin sonuna kadar anlayamazsınız. :) Filmin sonu hele tam bir ters köşe. :) Hele birde kaza sahnesi var harika, Borris ölümsüzlük şifresi yazmış gibi. :) Tyrone, Sol ve Vinny'in maceraları ise çok eğlendirici, özellikle Tony ile karşılaştıkları sahne.
İzlemediyseniz izlemenizi önereceğim, oldukça eğlenceli, sıkmayan bir aksiyon. Sırf Bradd Pitt'in mükemmel oynadığı çingene rolü için bile izlenir.
İzle ve Yorumla Puanı 8,7/10
Tuesday, February 25, 2014
The Expendables
Tam bir aksiyon sever erkek filmi olan bu film 2010 yapımı. Konusu monusu demeyeceğim çünkü kadrosu zaten oldukça tahrik edici. :) Sylvester Stallone, Jason Statham, Jet Li, Dolph Lundgren, Eric Roberts, Randy Couture, Steve Austin, Terry Crews, Bruce Willis, Mickey Rourke yazmaktan yoruldum düşünün artık. :) Sylvester Stallone'nin yazıp yönettiği film izleenleri aksiyona doyurmayı hedeflemiş.
Filmde, bir Güney Amerika ülkesinin kuralsız diktatörünü yıkmak için ülkeye sızan bir grup paralı askerin hikayesi anlatılıyor. Görevleri nedeni ile ülkeye sızan grup, hiçbir şeyin kendilerine anlatıldığı gibi olmadığını anlar. Ekip kendini büyük bir yanılgı ve kandırılmışlıkta bulur. Olaylar kontrolden çıkıp masum insanlara bulaşmaya başlayınca ekip daha büyük bir düşmanla baş etmeye başlar.
Aslına bakarsanız aksiyon severseniz konusuna pek aldırış etmiyor insan. Benim pek umrumda olmadı. Ama konusuna gelecek olursa senaryo pek iyi değil. Ben kadro için gitmiştim zaten. Fakat kadro böyle olunca haliyle insan büyük beklentilere giriyor, girmeyin. Hayal kırıklığı olur. Hele şu filme duygusallık, aşk meşk karıştırmış ya Stallone reyiz, hiç yakıştıramadım.
Sonuç olarak kadro için izlenir. Asla sıkılmazsınız. Eğlenceli sahneler de var hem,.Chiristmas'ın ben beklenmeye değerdim sahnesi özellikle. :)
İzle ve Yorumla Puanı: 6,7/10
İzle ve Yorumla Puanı: 6,7/10
Monday, February 24, 2014
In Bruges
Konuk yazarımız Bahadır Bey'in "In Bruges" film incelemesi.
Tüm okuyuculara selamlar. Bugün sizlere yorumlamak istediğim film bir “ilk film”. İngiliz yönetmen Martin McDonagh’ın Belçika’da bulunan Bruges şehrinde geçen, 2008 yapımı “In Bruges” isimli ilk filmi. Filmin başrollerini Colin Farrell (Ray), Brendan Gleeson (Ken) ve Ralph Fiennes (Harry) paylaşmışlar.
Filmimizin konusu ise kısaca; karanlık işler ile uğraşan Ray ve Ken’in son işleri istenilen gibi gitmez. Ray yanlışlıkla bir çocuğun ölümüne neden olur. Bu durumdan hiç hoşlanmayan patronları ikilinin Belçika’ya Bruges şehrine gitmelerini ve ondan haber beklemelerini söyler. Patronun ikili için planları biraz farklıdır.
Filmimiz özünde bir suç filmi. Filmdeki hemen tüm karakterler karanlık işler içinde. Ayrıca şunu söylemek istiyorum ki In Bruges çok samimi bir film. Karakterler, mekanlar, diyaloglar (çok küfürlü olduklarını belirtmeden geçemeyeceğim) hepsi samimi. Yer yer de komik olmayı başarabilmiş bir film. İngilizlere has o soğuk mizahı filmin pek çok sahnesinde hissedebiliyorsunuz. Oyunculuklar gayet başarılı, hiçbir oyuncu rolünde sırıtmamış. Özellikle çocuksu-duygusal ve psikopat Ray karakterini ekrana yansıtmada Colin Farrell gerçekten iyi iş çıkarmış.
Son söz olarak film bir başyapıt değil. Muhtemelen ikinci kez izlemek istemeyeceğiz, senaryosunda yer yer mantık hataları bulunan bir film. Ama, mutlaka şans verilmeli.
Yazımı bitirmeden yönetmen için de birşeyler söylemek istiyorum. Filmin Martin McDonagh’ın ilk filmi olduğunu söylemiştir. Yönetmenin ikinci filmi de 2012 yapımı, Türkiye’de ise 2013 yılında gösterilmiş olan “Seven Psychopaths” (Film 2013 yılının kalburüstü filmlerindendi). İki filmi de izlediğimizde görüyoruz ki tarz olarak ikisi de birbirine benzeyen filmler. Yönetmenin bir tarzı var bu belli ve iyi işler çıkarıyor. Martin McDonagh sinemaseverler tarafından mutlaka takip edilmesi gereken bir yönetmen.
Labels:
Brendan Gleeson,
Colin Farrell,
Martin McDonagh,
Ralph Fiennes
Saturday, February 22, 2014
The Ninth Gate
Arayan Mevlasını da bulur, şeytanını da. Tam böyle olmayabilir bu atasözü ama bu filme uygun versiyonu budur.
Roman Polanski hem yapımcı hem de yönetmen olarak karşımıza çıkar bu filmde. The Pianist gibi bir başyapıttan sonra beklentilerinizi en üst düzeyde tutabilirsiniz. Haklısınız da. Ama yapmayın derim ben ve bir çok çevre.
Arturo Perez -Reverte'nin The Club Dumas adlı eserinin Roman Polanski tarafından ele alınmasıyla The Ninth Gate yani Dokuzuncu Kapı çıkıyor ortaya.
Başrolleri Johnny Deep ve Frank Langella paylaşmıştır bu filmde. Nadir bulunan kitapları araştıran Dean Corso (Johnny Deep)'nun kitap koleksiyoncusu olan Boris Balkan (Frank Langella) tarafından Aristide Torchia'nın Gölgeler Krallığı'nın Dokuzuncu Kapısı kitabının 17. yy kopyasının gerçekliğini araştırması için tutulmasıyla birlikte başlar tüm hikaye.
Film genel itibariyle gizemini sonuna kadar korumakta ancak filmin sonuna geldiğiniz zaman "Bu ne lan?" deme olasılığınız çok yüksek. Eğer Türk değilseniz yada İngilizce tepki vermeyi seviyorsanız "WTF!" sizin için daha uygun.
Filmin galası 25 Ağustos 1999'da İspanya da yapıldı. Eleştirmenler bu filmi beğenmedi ve maddi olarakta bir kazanç sağlanılamayacağını söylediler. Ama bu eleştirmenlere rağmen The Ninth Gate 38 milyon $ bütçesiyle 58.4 milyon $ gelir elde etti.
Söylediğim gibi film sonuna kadar bir gizem havasında. "Acaba ne olacak?" merakıyla sonuna kadar izleniyor ancak bir cacık olduğu yok. Büyük beklentilere girerek izlemeye kalkmamalısınız yoksa sonu hüsranla bitiyor.
Thursday, February 20, 2014
The Wolf of Wall Street
The Wolf of Wall Street Martin Scorsese'nin yönettiği, Jordan Belfort'un kendi hayatını yazdığı kitabından uyarlanan 2013 yapımı bir film. Başrollerini Leonardo DiCaprio (Jordan Belfort), Jonah Hill (Donnie Azof) ve Margot Robbie (Naomi Lapaglia) paylaşmış.
Bu filmi açıkcası çok övdüler ve o yüzden gittim, hem vizyondayken izleyeyim de yorumlayayım dedim. Fakat bu filmi yorumlamak o kadar kolay değil. :) Üç küsür saat süren filmde inanın bana bir an olsun sıkılmadım. Filmde seks, para, uyuşturucu ve partiler ön planda.:) Utangaç biriyseniz kız arkadaşınız ile gitmeyin. :) Öncelikle her yerde yazılmış ama Leonardo DiCaprio oyunculuğu ile sırtlamış filmi.
Filmin konusuna kısaca değinecek olursak; Jordan Belfort 24 yaşında genç ve hırslı bir adamdır. Para kazanma arzusuyla Wall Street borsasında önce komisyoncu ve ardından Stratton Oakmont adında bir yatırımcı firmasında zengin olmak için her şeyi yapmaya hazır bir ceo olur. 90'ların en hızlı günleridir ve New York işlem salonunda her şey olabilmektedir. Değersiz senetlerle bir çok yatırımcıyı aldatarak, Belfort kısa zamanda bir para makinesine ve aynı zamanda harcama makinesine dönüşür. Bunların yanında uyuşturucu ve seks düşkünüdür.Hal böyle iken çöküşü uzak değildir.
Filmde bir çok muhteşem sahne var, spoiler vermek istemiyorum. :) Gidip sinemada izlenecek filmdir. Özellikle Belfort'un 2 tane lemmon aldıktan sonraki hallerini muhteşem oynamış DiCaprio. Bu adama bi oscar verin artık. Bu kadar muhteşem filmlerde bu kadar muhteşem işler çıkarıpta oscar alamayan başka biri yoktur heralde. :) Geçenlerde bi yerde okumuştum (eksisozluk olabilir) bu adamın hayatı film yapılsa, başrolde oynaya adam oscar alır. Hakikaten doğru.
Özetle filmin sonu tahmin ettiğiniz gibi bitiyor. Ve biz işletmeciler şunu görüyoruz her arz kendi talebini yaratır. :)
İzle ve Yorumla Puanı: 8,9/10
Labels:
Jonah Hill,
Leonardo DiCaprio,
Margot Robbie,
Martin Scorsese
Due Date
Due Date Türkiye'deki adı Git Başımdan olan filmi açıkcası eğlenceli buldum. Başrollerini Robert Downey Jr. ve Zach Galifianakis'in (ismini yazarken kopya çektim:) oynadığı filmde ayrıca onlara güzeller güzeli Michelle Monaghan eşlik etmiş. Robert Downey Jr. ile daha önce Kiss Kiss Bang Bang'te de oynamışlardı ki ordan hayranım bu hanfendiye. :) Onu da yorumlayacağım inşallah ileride. Neyse film de Jamie Foxx'ta konuk oyuncu tadında oynamış. Yönetmen ise Hangover serisinin usta yönetmeni Todd Phillips.
Hangover'ı izledikten sonra sağlam bir komedi daha bekliyor izleyiciler hali ile, e bir de Zach (soy adını yazmayacağım:) olunca, üstüne Robert Downey Jr. da varken ben bekledim şahsen. Ama o kadar sağlam değildi. Ama çok kötü de değildi, seyirlik, çerezlik izlenesi bir film. Hangover 2'den daha iyi diyebilirim.
Filmde beklediğiniz gibi Zach ön planda değil aslında, ön planda değil derken komedi bazında. Robert Downey daha çok güldürdü beni. Peter Highman(Robert Downey Jr.) 5 gün sonra doğacak ilk çocuğunu bekleyen bir baba adayı. Atlanta'dan yetişerek karısının yanında olmak isterken tüm planları alt üst olur ve kendini Peter Highman'ın (Zach) arabasında bulur.
Sonrasında Ethan, Ethan'ın köpeği ve Peter'ı güzel eğlence dolu bir yolculuk beklemektedir. En güldüğüm sahne Peter'ın Ethan'ın uyuşturucu aldığı evdeki çocuğun karnına vurduğu sahne. :) Hayır hayır çocuğa şiddete karşıyım, ama hak etmişti. :) Ethan'ın mastürbasyon sahnesi, takım konuşması sahnesi de eğlenceliydi. Düşündüm de bayağı eğlenceli film aslında.
İzlemenizi tavsiye ederim güzel bir yol filmi, sıkmaz. Doğum'a yetişiyorlar merak etmeyin. Ama nasıl yetişiyorlar onu Peter'a sormak lazım, garibim. :)
İzlemenizi tavsiye ederim güzel bir yol filmi, sıkmaz. Doğum'a yetişiyorlar merak etmeyin. Ama nasıl yetişiyorlar onu Peter'a sormak lazım, garibim. :)
İzle ve Yorumla Puanı: 6,9/10
Tuesday, February 18, 2014
Her
Bilgisayara aşık olmak mı? Yok artık daha neler. Kafayı yemiş bu insanlar.
1999 senesinde Being John Malkovich filmiyle tanımış olduğumuz Spike Jonze'un son filmi. Theodore Twombly geçimini mektup yazarak sağlamaktadır. Eşi Catherine ile yeni ayrılmışlardır. Bir gün karşılaştığı yeni bir işletim sistemi reklamıyla hayatı tamamen değişir. Bu yeni sistem ona kusursuz bir yapay zeka programı sunar. Bu yapay zekanın kendi düşünceleri ve kendi duyguları vardır. Üstelik kendi seçtiği bir ismi bile vardır. Samantha.
Film boyunca Theodore ile Samantha arasında geçen ilişki incelenir. Asla karşılıklı oturup konuşamayacağın, asla dokunamayacağın bir şeye nasıl aşık olursun sorusunun yanıtını Joaquin Phoenix muhteşem oyunculuğuyla veriyor.
Yapay zeka olan Samantha karakterini ise sesiyle Scarlett Johansson canlandırıyor. Hanımefendi o kadar güzel ki bir erkeği etkilemek için kendisini göstermesine bile gerek yok, sesi yetiyor :)
Filmi izlerken mutlaka herkes kendisinden bir şeyler bulacaktır. "Erkek arkadaşım bir öküz olacağına keşke bu filmdeki gibi bir yapay zeka olsaydı." diyen kızlar muhakkak olacaktır yada kendi yalnızlığını Theodore'un yalnızlığıyla özdeşleştirenler olacaktır. Mümkün tabi ki çünkü herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği bir film.
O zaman yazının başına dönelim. Bir bilgisayara aşık olmak kulağa çok çılgınca geliyordur muhakkak. Peki ya sabahlara kadar bilgisayarın başından kalkmadan tüm işleri bilgisayar üzerinden halleden insanlara ne demeli. Tüm her şeyi ufacık telefonlara sığdırdılar ve artık birbirimizin yüzüne zaten bakmıyoruz kafalarımızı telefonlara bilgisayarlara gömmüş durumdayız. Adeta birer sevgili gibiyiz onlarla. Tuvalete bile telefonla giden insanlar var. Ses komutlarıyla çalışan Siri'nin ilerde Samantha olmayacağının garantisini kim verebilir ki?
Labels:
Amy Adams,
Joaquin Phoenix,
Rooney Mara,
Spike Jonze
Monday, February 17, 2014
Into The Wild
Çekip gitmek, uzaklara gitmek, her şeyden uzak bakir yerlerde yaşamak. Herkes mutlaka düşünmüştür bunu.
Gerçek bir hikayeden uyarlanan bu filmin kahramanı bunu gerçekleştiriyor. 2007 Yapımı bu güzel filmi sinema tarihinin en iyi oyuncularından biri olarak gösterilen Sean Penn yönetmiş. Başrolü ise Emile Hirsch oynamış.
Film en iyi kurgu, en iyi yardımcı erkek oyuncu (Hal Holbrook) dalında oscara aday gösterilmiş. Filmde ayrıca Vince Vaughn ve Catherine Keener'da rol almış.
Yazının başında da dediğim gibi çekip gitmek, her şeyi ardında bırakıp gitmek konulu film çok etkileyici. Şehrin kalabalığında uzaklaşıp doğaya dönüş, çıkmaz sokaklardan uçsuz bucaksız geniş ovalara, kanyonlara kaçış hikayesi. Oldukça iyi bir üniversiteden iyi bir derece ile mezun olan Christopher, istediği hayatın bu olmadığını söyleyerek tüm mal varlığını hayır kurumuna bağışlayıp uzun bir yolculuğa çıkar.
Alaska'nın ıssız ormanlarında sona erecek olan bu yolculukta, yol boyunca hayatını değiştirecek olan yabancılarla tanışır.
Kendini direkt vahşi hayata adayan kahramanımız bunun bedelini ağır ödemiştir. Aslına bakarsanız kimse bu kadarını hayal etmemiştir. Şahsen ben üç beş kuruş para alırdım yanıma. :) Şaka bir yana bu film top 10 listemdedir. İzlenesi bir filmdir. Gerçek bir hikayeden uyarlanması insanın içini ayrıca acıtır.
Özellikle son sahnede hikayesi anlatılan Christopher Johnson McCandless'in fotoğrafını görmek içimi burktu.
Friday, February 14, 2014
I, Frankenstein
Merhabalar herkese. Dün vizyon filmlerinden biri olan I. Frankenstein'ı 3D Imax ile izledim. Başrolleri Aaron Eckhart (Adam), Bill Nighy'nin (Naberius) oynadığı filmde diğer ana rollerde Miranda Otto (Leonore) ve Yvonne Strahovski'nin (Terra) görebiliriz.Filmi Karayip Korsanları üçlemesinin yönetmeni Stuart Beattie yönetmiş. Haliyle fantastik bir filmden beklentiler bir tık üste çıkıyor. :) Ama siz yine de beklentileriniz fazla yükseltmeyin.
Orjinali Mary Shelley tarafından Frankenstein or the modern Prometheus 1818 yılında yayınlanan hikaye, 1910 yılında ilk kez sinemada uyarlandığından bu yana çeşitli örnekleri ile sinemada gördük. Bu son uyarlamada kısaca hikayeyi özetleyecek olursak; Naberius 200 yıldır Frankenstein'ın sırrını öğrenerek topladığı ruhsuz cesetlere iblis ruhları göndererek kendi ordusunu kurma peşinde. Bunun sonucunda sırasıyla Çörtan Irkını, Frankenstein'ı ve insanlığı yok etmek, köle olarak kullanmak istemekte. Frankestein'dan süper kahraman olur mu ? Ona izleyince siz karar verin. Fantastik, Bilim kurgu olduğu için çok mantık aramadım, İmax olduğu için görselliğe odaklandım ve beklentimi de çok yüksek tutmadığımdan yeterince tatmin oldum diyebilirim. Yine de Gideon'un saçma sapan şekilde ölmesi, doktorun aralarında duygusal bağ olmamasına rağmen diğer doktoru diritlme hamlesi mantıksızdı. Ama mantık aramayalım, beklentileri düşürüp imaxte izleyelim derim. Zaten vizyonda başka güzel film yok Herkül var ona da artık bu hafta gider bakarım. :)
Filmin görsel sahneleri tatmin ediciydi.Film fazla uzun değil 93 dk, izlerken sıkılmadım açıkcası. Frankenstein makyajı gayet güzel olmuş, vucudu da on numara da, arkadaş seni sekiz tane ölüden parça alıp birleştiriyorlar sen nasıl kaslı olarak yapıldın ? :) Neyse bence Aaron'un vücudu oldukça iyi. Tabii ki bir Hollywood klişesi gerçekleşmese olmaz, sonunu aşka neden bağlarsınız ki ?
Özetle yoklukta izlenesi bir film, fantastik sevenlerin pek sıkılacağını sanmıyorum. Hatta fantastik seviyorsanız imaxten kalkmadan imaxde izleyin derim.
İzle ve yorumla Puanı: 6,2/10
Thursday, February 13, 2014
The Prestige
Bir günlük kısa bir aradan sonra yine sizler için yorumlarımla buradayım sevgili İzle ve Yorumla takipçileri.
Bu gün sizlere 2006 yapımı The Prestige filmini yorumlayacağım kendi çapımda.:) Usta yönetmen Christopher Nolan'ın yönettiği filmin baş rollerini Christian Bale (Alfred Borden), Hugh Jackman (Robert Angier) ve Scarlett Johansson (Olivia Wenscombe) paylaşıyor. Filmde ayrıca usta oyuncu Michael Caine Cutter karakteri ile rol alıyor. Kadroya ve yönetmene bakınca kaliteli bir film bekliyor insan haliyle tabi. :) Ve oldukça da kaliteli zaten. Christopher Priest'ın 1995 yılında yayımlanan iki sihirbazı anlatan romanında uyarlanan filmin seneryosunu Jonathan Nolan iki yılda hazırlayabilmiştir.
Film adından da anlaşılacağı üzere iki sihirbazın prestij savaşını anlatıyor. Açmak gerekirse daha önce birlikte çalısan Alfred ve Robert'ın rekabete hatta düşmanlığa varan hikayesi anlatılıyor. Filmi izlemek için sakin bir kafaya ihtiyacınız olacak, bol bol zamanda ileri geri gidiyor hikayeler. Bazı sahneleri iki kere izleyebilirsiniz. Ama bu gerçekten sıkmıyor. Aksine daha çok heyecan veriyor. Film 19.yy İngiltere'sinde geçiyor.
Film sihirbazlar açısından üç evrede ele alınmış; vaat, dönüm noktası ve prestij. Robert'ın eşi Julia, bir gösteri sırasında Alfred'in düğümü yüzünden kaza ile ölünce, Robert eşinin ölümünden Alfred'i sorumlu tutar. Bunun sonunda iki sihirbazın arasında kıyasıya bir rekabet başlar.
Filmde gerçekten çok akılcı enteresan sahneler vardı. Birbirlerinin gösterilerine giden ikili, çoğu zaman gösterileri sabote ediyorlardı. Özellikle mermi numarasında Robert, diğer kapıdan çıkma numarasında Alfred harikaydı. Film hakkında açıkcası daha fazla spoiler vermek istemiyorum. İşin sırrı izlemekte çünkü. :)
Final sahnesi ise tam yerinde ve filmin özeti gibiydi. Açıkcası bu oyunun kazananı yoktu, herkes bir şeylerini kaybetti.
İzle ve Yorumla Puanı 8,6/10Tuesday, February 11, 2014
Thor: The Dark World
Bu gün hazırdan yiyelim dedim ve size daha önce izlediğim Thor: The Dark World'ü yorumlamak istedim.
Öncelikle sıkı bir Marvel takipçisi olduğumu bilmenizi isterim. Süper kahraman filmlerini ayrıca severim, çocukluktan kalma herhalde. Açıkcası içten içe bizim niye yok diyorum. :) İlk filmin yorumunu yine bloğumuzda bulabilirsiniz. Fakat sanılanın aksine bu film ilk filmden daha iyi olmuş. Loki'nin filmi olmuş diyebilirim.
Baş rollerini Chris Hemswort (Thor), Natalie Portman (Jane Foster), Tom Hiddleston (Loki) ve usta oyuncu Anthony Hopkins'in (Odin) paylaştığı filmi Alan Taylor yönetmiş.
Film izleyenlere görsel şölen sunuyor adeta. İlk filmde güçlerini kaybeden Thor, 9 diyarda barışı sağlayarak kral olmaya yeniden hak kazanmıştı. İlk filmde kendine ihanet kardeşinden sonra bu filmde bu filmde Dark Elves güçleri ile savaşacak olan Thor'u zorlu bir bölüm sonu canavarı beklemekte. :) Kudretli Malekith tarafından yönetilen bu güçlerin amacı evreni tekrar karanlığa gömmek. Thor'u bulmaya çalışan Jane Foster Londra'da tesadüfen diğer evrenlere bir geçiş bulur. Geçtiği noktada karanlık ruh bedenine girer ve Malekith ile başı belaya girmek üzereyken onu Thor bulur. Bu filmde açıkcası beni en çok eğlendiren Darcy karakteri ile Kat Dennings aman Tanrım bu ne güzellik, bu ne tatlılık. :) Ayrıca Loki ise filmde oldukça etkin bir rol alarak alışılagelmişin dışında çok daha eğlenceliydi. Avengers'ta oldukça ciddi buluyordum onu, Hulk'a kadar. :) Özellikle Captain Amerika taklidi çok hoştu. Aynı zamanda filmde Avengers'a göndermeler ise çok hoşuma gitti.
Filmdeki en görsel, en hoş sahne ise Frigga'nın cenaze sahnesi. Gerçekten etkileyici ve hoş bir sahneydi.
Özetlemek gerekirse asla izlemekten sıkılmayacağınız bir film ve oldukça eğlenceli, heyecanlı bir film. "Credits"te ise Avengers: Age of Ultron'a bağlamaya çalıştıklarını düşünüyorum.
Monday, February 10, 2014
Sağ Salim 2: Sil Baştan
Mutlu ve güzel haftalar sevgili sinemaseverler. Bu gün size Sağ Salim 2: Sil Baştan'ı yorumlamaya çalışacağım. Malum henüz vizyonda, can sıkıntısında gideyim dersiniz felan, gitmeyin bence. :) Benim gitme sebebim hem can sıkıntısı, hem de memleketim olan Karadeniz'in incisi Cide'de çekilmesi. Özlemişim gerçekten. :) Onun dışında film hakkında şöyle kısaca bilgiler vereyim. Yönetmen yine Ersoy Güler. Ama oyuncu kadrosunda değişiklikler var, mesela ilk filmde Nihal'i oynayan Fulya Zenginer yok. :( Aynı karakteri Ezgi Asaroğlu oynamış bu filmde. Çok doğal bulmadım açıkcası. Burçin Bildik yine Salim rolü ile başrolde. Alper Saldıran'da yok bu filmde. Aslında film Yakup Yavru'nun küfürlerine asılmış. Hayatım boyunca sinemada iki filmde yarında çıkmayı düşündüm. Biri The Counselor, birisi de bu. Ama çıkmadım, çıkamadım. :( Para verdik sonuçta. Ama gülmedim de.
Film yine ilk filmin temasından yola çıkmış, kahramanlarımız bu kez ilk filmde işledikleri cinayetler yüzünden aranmaktadır. Kılık değiştirip Romanya'ya kaçmak isterler, bu süreçte başlarına gelen extra tesadüfi cinayetler ve olaylar ele alınmış. Filmde tebessüm ettiğim sahneler jandarma komutanının olduğu sahnelerdi sadece. Bir de yine kaçmak için Cide'de bulunan 3 siyahi adamı da eklemişler filme. Yakup Yavru'nun ise her sahnesi küfür. Acayip kasmışlar, olmamış. Biz ilk filmde yerinde küfür ettiği için gülmüştük ona. annemi götürecektim Cide var diye, iyi ki götürmemişim.
Filme gitmenizi tavsiye etmiyorum, ille de gidecekseniz kız arkadaşınızla veya eşinizle dostunuzla gitmeyin, zira utanabilirsiniz. Tipik Türk kafası filmi, birincisi beklentinin üstüne çıktı (bakın çok tuttu bile demiyorum) ikinciyi çekelim, küfre güldürelim. Özetle olmamış film.
İzle ve Yorumla Puanı: 4,9/10
Labels:
Burçin Bildik,
Ersoy Güler,
Ezgi Asaroğlu,
Metin Yıldız,
Yakup Yavru
Thursday, February 6, 2014
Sağ Salim
Merhaba sevgili izle ve yorumla ailesi. Sizler için hiç hız kesmeden yorumlarıma devam ediyorum. :) Aslında size Sağ Salim Sil Baştan'ı yorumlayacaktım, onu izledim geçen gün. Ama ilk filmi izlemeden onu yerden yere vurmak istemedim. :) O yüzden ilk filmi izledim. Baş Rollerini Burçin Bildik (Salim), Alper Saldıran (Recai) ve Fulya Zenginer'in (Nihal) paylaştığı filmi Ersoy Güler yönetmiş.
Film daha önce Türk sinemasında rast gelmediğim yol komedisi filmi. Üstelik oldukça başarılıydı. Mersin'den Sivas'a cenaze taşıyan Salim'in yolda başından geçenleri konu almış. Tesadüfi ölümler, mafya, esrarkeş, babasının öldürmek için peşine düştüğü kız, yani her türlü belaya bulaştı Salim. Oyuncu kadrosu biraz daha güçlü olsaymış gişe yaparmış film bence. Salim karakterine Engin Günaydın'ı düşündüm de ben, hiçte fena olmazmış. Neyse olmuş bitmiş Burçin Bildik'i o itici 118'li reklamlardan hatırlarsınız. Sırf o yüzden ön yargı ile yaklaşmıştım filme. Ama oldukça başarılı olmuş. Fulya Zenginer ise oldukça doğal oynamış, açıkçası çok hoş. :) Alper Saldıran ise gayet başarılı bulduğum bir oyuncu. Beni Böyle Sev dizisinde oynamakta kendisi. İzlediğimden değil, denk geldim. :) Fakat bu rol için yetersiz buldum kendisini. Sanırım çocuksu, masum yüzü uymamış. Fakat filmde benim beğendiğim en doğal, en bomba karakter usta oyuncu Yakup Yavru'nun can verdiği Halit karakteri. Özellikle namazda selam verirken, üstüne kendi arabasının geldiğini görünce verdiği tepki en çok güldüğüm yerdi. Hayır, hayır küfre güldüğümden değil, orada ben olsam ben de aynı tepkiyi verirdim o yüzden. :)
Sonuç olarak çok kötü bir film değil, güldürüyor bayağı. Sadece oyunculuklar konusunda biraz yetersiz kalmış ve bazı yerlerde fazla abartı vardı. Ama izlenir mi ? Boş vaktiniz varsa, yerli film seviyorsanız ve biraz da eğlenmek isterseniz izlenir.
İzle ve Yorumla Puanı: 6,8/10
Labels:
Alper Saldıran,
Burçin Bildik,
Ersoy Güler,
Fulya Zenginer
Wednesday, February 5, 2014
Sherlock Holmes: A Game Of Shadows
Bu filmde onlara ayrıca profesör James Moriarty rolüyle Jared Harris, Madam Simza rolüyle Noomi Repace eşlik etmiş. Genellikle bu tarz seri filmleri ilk filmin tadını pek vermez. Ama a game of shadows ilk filmin pek altında kalmamış. İlk filmde Adler rolüyle beğeni kazanan Rachel McAdams’ın bu filmde fazla olmaması beni üzdü açıkçası.
Çünkü Holmes ile arasındaki ilişki oldukça eğlenceliydi. Zaten filmin başında buna benzer eğlenceli diyalogları görebilirsiniz. Holmes romanlarının takipçilerinin bildiği ağabeyi Mycroft Holmes'da filmde kendine önemli yer buluyor. Karakteri Stephen Fry canlandırmış. Yönetmenliği yine Guy Ritchie üstlenmiş. Senaryoyu ilk filmden farklı olarak Kieran ve Michele Mulroney çifti kaleme almış.
Bu filmde ilk filme oranla daha az aksiyon olduğunu söyleyebilirim. Filmde Holmes ve Moriarty arasındaki kıyasıya zeka savaşı güzel işlenmiş. Holmes, Mariarty'nin ele geçirdiği silah fabrikaları ve ardından dünya savaşı çıkarma planlarını bozma peşindeydi. Fakat Moriarty en az Holmes kadar zeki ve hatta ondan daha zeki hamleler yapıyor. Hatta filmde bir sahnede Holmes’ü yanıtlmayı başarıp eylemini gerçekleştirdi. Özellikle final sahnesi izlemeye değer. Bunun yanında Watson bu filmde evlenirken, balayı yolculuğunda trende yaşadıkları olaylar ise bana göre filmin en eğlenceli sahneleri. Tren bölümünde Holmes’ün makyajı bana Batman’deki Jokeri anımsattı. Filmde abartı bulduğum bir sahne vardı. Onun dışında izlerken oldukça eğlendim. Holmes’ün Mary’i trenden nehire attığı sahne. Tabi Mary’e Holmes'ün muhteşem zamanlaması ile hiçbir şey olmadı. Film bu kez Londra dışına çıkarak Paris, Almanya ve İsviçre’de geçiyor.
Arthur Conan Doyle romanı yazmaktan sıkılmış olacak ki bu filmde senaristler Moriarty’e Holmes’u öldürtüyor ne yazık ki. Çünkü Doyle, Moriarty karakterini Holmes’ün en güçlü düşmanı olarak yazmıştı. Kitaba göre eşit seviyelerdeydi. Holmes onu yenmek için kendini feda etmekten kaçınmayacaktı.
Bu filmde ilk filme oranla daha az aksiyon olduğunu söyleyebilirim. Filmde Holmes ve Moriarty arasındaki kıyasıya zeka savaşı güzel işlenmiş. Holmes, Mariarty'nin ele geçirdiği silah fabrikaları ve ardından dünya savaşı çıkarma planlarını bozma peşindeydi. Fakat Moriarty en az Holmes kadar zeki ve hatta ondan daha zeki hamleler yapıyor. Hatta filmde bir sahnede Holmes’ü yanıtlmayı başarıp eylemini gerçekleştirdi. Özellikle final sahnesi izlemeye değer. Bunun yanında Watson bu filmde evlenirken, balayı yolculuğunda trende yaşadıkları olaylar ise bana göre filmin en eğlenceli sahneleri. Tren bölümünde Holmes’ün makyajı bana Batman’deki Jokeri anımsattı. Filmde abartı bulduğum bir sahne vardı. Onun dışında izlerken oldukça eğlendim. Holmes’ün Mary’i trenden nehire attığı sahne. Tabi Mary’e Holmes'ün muhteşem zamanlaması ile hiçbir şey olmadı. Film bu kez Londra dışına çıkarak Paris, Almanya ve İsviçre’de geçiyor.
Arthur Conan Doyle romanı yazmaktan sıkılmış olacak ki bu filmde senaristler Moriarty’e Holmes’u öldürtüyor ne yazık ki. Çünkü Doyle, Moriarty karakterini Holmes’ün en güçlü düşmanı olarak yazmıştı. Kitaba göre eşit seviyelerdeydi. Holmes onu yenmek için kendini feda etmekten kaçınmayacaktı.
Tabii kitabın hayranlarından gelen yoğun tepkilere göre spoiler içinde söylüyorum, Holmes mucizevi bir şekilde kurtuluyor. Bu olay da 3. Filme göz kırpar nitelikte. Henüz resmi bir şey yok ama söylenene göre Robert Downey Jr. ve Jude Law’ın yoğun programları nedeni ile gecikmeler yaşanması söz konusu. 3. Film ne kadar iyi olur bilemeyiz ama beklentiler yüksek olacaktır.
İzle ve Yorumla Puanı: 7,5/10
Labels:
Guy Ritchie,
Jared Harris,
Jude Law,
Noomi Rapace,
Robert Downey Jr.
Tuesday, February 4, 2014
Sherlock Holmes

Öncelikle film ile kitabı karşılaştırmamak gerekli, filmi kitaptan bağımsız ayrı bir senaryo olarak ele alalım. Film oldukça akıcı, ilk sahneden son sahneye hep bir hareket var. Yönetmenliğini Guy Ritchie yaptığından mı diyelim filmde aksiyona oldukça yer verilmiş. Robert Downey Jr. oldukça başarlıydı. Dr. Watson’u oynayan Jude Law ise gayet uyumlu olmuş. Bayan karakterler Rachel McAdams ve Kelly Reilly filme ayrı güzellik katmışlar. Özellikle Holmes ve Adler arasındaki o sevgi ve güvensizlik güzel işlenmiş.
Filme gelirsek görseller ve kostümler oldukça iyiydi. 1800’lü yılların Londra atmosferi oldukça iyi yansıtılmış. Holmes ve Lord Blackwood’un zeka savaşı gibiydi.
Filmde Holmes’ün zekasının çok öne çıkartılmasının biraz abartılı olduğunu söyleyebilirim. Fakat olayları ele alış tarzı ve sürekli Watson’ı olaylara çekişi gayet eğlenceli. Spoiler olacak ama filmde en çok adadaki patlama sahnesi ve o anda çalan keman etkileyiciydi. Ayrıca film ikinci filme güzel bağlanmış James Morriarty’den bahsedilmiş. Adler’in Holmes’a dediği gibi; "en az senin kadar zeki, ama daha namussuz".
Özetle film oldukça başarılı, oyunculuklar yerinde ve sıkmıyor. İkinci filmde görüşmek üzere.
Özetle film oldukça başarılı, oyunculuklar yerinde ve sıkmıyor. İkinci filmde görüşmek üzere.
Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8/10
Labels:
Guy Ritchie,
Jude Law,
Rachel McAdams,
Robert Downey Jr.
Monday, February 3, 2014
World War Z
World War Z. Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio’nun yayın haklarını alabilmek için uzunca bir süre uğraş verdiği film. Beklentilerin biraz altında kalsa da hikâyenin ilerleyişi açısından izlemeye değer bir film. Filmi ilk olarak geçen sene Eylül ayında izlemiştim, biraz gönülsüz de olsa dün yeniden izledim. Bazı filmleri yeniden defalarca izlemeyi çok severim ama bu film o filmlerden biri olmaya aday değil :)
Filmin bence en önemli karakteri Brad Pitt değil, filmin yönetmeni Marc Forster. Stay, Kite Runner gibi oldukça güzel filmlere imza atmış olan yönetmen bence bu filmi kurtaran isim olmuş, çünkü oldukça kötü bir film olması muhtemelken, nispeten kendini kurtarabilen bir film olmuş. Sanırım filmin devamı da gelecek ama çekilse dahi çok umutlu olmadığımı söylemeliyim.
Filmle ilgili uzun uzun yazmayacağım. Filmde Brad Pitt’in oradan oraya koşturması pek hoşuma gitmedi, filmin gerçekçiliğini zedelemiş bence, ki ben gerçekçilik konusunda en az endişeye sahip izleyicilerden biriyimdir. Onun dışında filmin çok aksiyona yönelmeyişi de bence filmin artısıydı. Yanlış anlaşılmasın, aksiyon sahnelerine karşı değilim, aksine çok severim ama her şey yerinde güzel öyle değil mi? :)
Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 7/10
Subscribe to:
Posts (Atom)